1927, “sol muhalefet”, Kemalizm

Hazal Yalın
7 min readNov 29, 2023

--

Medya Günlüğü’nde 7 Ocak’ta yayınlanan yazımda1 1920–1921 gibi epey erken bir tarihte Bolşevik Partisi içinde özel olarak Türkiye ve en genelde de Doğu siyasetine yönelik üç eğilim ortaya çıktığını ileri sürmüştüm. En genel hatlarıyla:

1) Bu eğilimlerden ilkini, Avrupa’yı dünya devriminin barut fıçısı olarak gören Troçki, ikincisini Doğu halklarının antiemperyalist mücadelesine öncelik veren Dışişleri Halk Komiseri Çiçerin, üçüncüsünü ise dünya devriminin “ocağı” olarak Rusya’yı güçlendirmeyi amaç edinen Stalin temsil ediyordu.

2) Çiçerin Doğu ülkelerini (esas itibariyle de Türkiye’yi) Rusya’nın kaynaklarıyla karşılıksız olarak sanayileştirmeyi savunuyordu.

3) Stalin ise Rusya’yı batı merkezli bir dünya devriminin atlama tahtası yapmaya karşı Çiçerin’in görüşleriyle yakınlaşıyor, ancak Doğu ülkelerinin iktisadi desteklenmesine karşı çıkmamakla birlikte buralarda emperyalist sermayeyle rekabet edebilecek durumda olmadıklarını, dolayısıyla ülke içinde sanayileşmeyi esas almayı savunuyordu.

Gene orada, bu önemli tartışmada Türkiye’deki Kemalist iktidarın niteliğine yönelik Çiçerin’in görüşlerine de yer vermiştim.

Kemalist iktidarın niteliğine yönelik görüşlerin Sovyet yönetiminde ileride tasfiyelere yol açacak ideolojik çatışmalar içinde nasıl yer tuttuğuna değinmek, bizim tarihimiz için de önemlidir.

* * *

BKP(b) Merkez Komitesi ve Merkez Kontrol Komisyonu’nun 29 Temmuz ile 9 Ağustos 1927 arasında yaptığı birleştirilmiş plenumun ilk oturumunda, Sovyetler Birliği Dışişleri Halk Komiseri Çiçerin de uluslararası durum üzerine bir rapor sundu. Bu epeyce uzun raporda Türkiye ile ilişkiler geniş yer tutar.

Yakın zamanda yayınlanmış olan plenum tutanaklarını dikkatli bir gözle incelemeye değer.2

Çiçerin raporunda bu ilişkileri ilkin Sovyetler Birliği’nin İngiltere ile ilişkileri çerçevesinde ele aldı. SSCB İç ve Dış Ticaret Halk Komiseri A. Mikoyan’ın ABD ile kurduğu ticari ilişkileri takdirle karşıladı ve bu ilişkilerin, İngiltere’de Chamberlain’in başını çektiği, “SSCB için her türlü güçlüğü yaratarak SSCB’de iç karışıklık ve içeride rejim değişikliği meydana getirmeye çalışan” “die-hard”çıların girişimlerini bozduğunu vurguladı. Muhafazakâr Parti içinde Sovyetler Birliği’ne karşı en azılı antikomünist eğilimleri temsil eden bu ekip, Çiçerin’e göre, amacına ulaşmak için esas itibariyle mali ve iktisadi vasıtaları kullanıyordu; ama İngiltere diplomasisinin çalışmasından başka Intelligence Service’in yıkıcı yeraltı faaliyetleri de buna dahildi. Çiçerin, 7 Haziran 1927’te Varşova’da Sovyetler Birliği Büyükelçisi Voykov’un öldürülmesini de dolaylı olarak İngiltere gizli servisinin bu faaliyetine bağladı: “Voykov’un öldürülmesinin doğrudan doğruya bu örgüt tarafından gerçekleştirildiğini söylemeyeceğim, ama güvenilir şekilde biliyoruz ki, Rus karşı-devrimci örgütleri Intelligence Service parasıyla teçhiz ediliyor ve Intelligence Service, bu karşı-devrimci ve buradaki yeraltı örgütlerinin işi olan terörist eylemlerden de dolaylı olarak sorumlu.”

Çiçerin buradan, Intelligence Service’in Türkiye’ye karşı faaliyetlerine geçti:

“Mesela iyi bir kaynaktan şunu biliyorum (bu kaynak, kendisiyle Lozan’da ilişki kurduğum bir Türk devlet adamı; önceki Sultan II. Abdülhamit ile birlikte eski düzene bağlı olduğu için sürgüne gönderilenlerden biri, başkalarıyla birlikte o da, VI. Mehmet’in ölümünden sonra iktidar peşine düşen Abdülmecit’le temas içindeydi):3 Intelligence Service temsilcisi Cunningham, Abdülmecit’e gidip geliyordu, onunla uzun görüşmeler yapıyor ve para yağdırıyordu, bunun arkasından, Abdülmacit’in çevresindeki bu eski karşı-devrimci gruptan Türk subayları, kısmen Kemalizmle mücadele için oradan Türkiye’ye geçmek üzere Suriye’ye gönderildiler (zira İngiltere, Türkiye’nin eski katmanlarını desteklemeye devam ediyor), kısmen de Sovyet hükümetine ve kemalizme karşı eski müslüman idealleri için dini temelde mücadele etmeye, Kafkaslar ve Orta Asya’ya gönderildiler. Elbette, herkesi her yerde bize karşı fişekleyen İngiliz karşı-istihbaratının ve İngiliz diplomasisinin bütün bu faaliyetleri, ateşle oynamak demektir.” (s. 65)

Çiçerin’in bu sözlerinde, Türkiye ile Sovyetler Birliği arasında tam bir ittifak ilişkisi gördüğü açıktır. Ama daha önemlisi, bizde genellikle Osmanlı hanedanının sürgününden sonra Türkiye’ye yönelik düşmanca gaye gütmediği iddia edildiği halde, devrik halife Abdülmecit dâhil, hanedanın hem Kemalist iktidara hem de Sovyet hükümetine karşı Intelligence Service elinde maniveladan başka bir şey olmadığını düşündürtmesidir.

Çiçerin raporunun devamında, Türkiye’deki durum üzerine daha dikkat çekici şeyler de söylüyor:

“Doğu’daki durumumuza gelince, zaman yetersizliğinden ötürü birkaç kelime halinde sadece şunu söyleyeceğim: Türkiye’deki durum elbette karmaşık, ama esasen İngiltere ve saltanat devri ruhban-feodalleriyle Türkiye’nin liberal-burjuva unsurları arasındaki ittifak devam ediyor ve edecek. Kemalist Türkiye, iktisadi alanda bağımsızlık mücadelesine devam ediyor. Türkiye’nin bütün tipik iktisadi sistemi (devlet tekelleri, karma işletmeler, devlet kapitalizmi), bütün bu spesifik sistem, iktisadi bağımsızlığını koruma mücadelesinin zaruretiyle inşa ediliyor. Kemalizm, Türkiye’nin bağımsızlığını tehdit eden batı sermayesine karşı cephe açmış durumda; İngiltere ise tam bu sebeple, eski sultanla, feodal katmanlarla, liberal burjuvazi ile ittifak çizgisini devam ettiriyor. Kemalizm, savaş sırasından köylülükten ve küçük burjuva entelijensiyadan ortaya çıkan ve batı sermayesiyle sıkı ilişki içindeki eski liberal burjuvaziye karşı mücadele eden genç milli burjuvazinin menfaatlerinin temsilcisi veya müttefiki olarak ileri atılıyor. Bir yanda batı sermayesiyle sıkı ilişki içinde sultan, feodal ve ruhban katmanlar ve liberal burjuvazi, diğer tarafta ise köylülükle ve şimdi yeni katmanlardan ortaya çıkmış bulunan yeni burjuvaziyle ilişkili küçük burjuvazi. Bu ülke içi antagonizmaları Türkiye ile görüşmelerimizde dahi fark ediyoruz, mesela Türkiye hükümeti bir dış ticaret, bizimle ticarette tekel haklarına sahip bir şirket kurmak planını ileri sürdüğünde (elbette bu çok uygunsuz olurdu), ancak bir süre geçtikten sonra bu plan bizzat Türk tüccarlar tarafından tasfiye edildiğinde olduğu gibi. Ama iki yıl sonra bu plan tekrar ortaya çıktı ve bize gene böyle bir tekel işletmesi kurmayı önerdiler, sonra Türk tüccarlar gene Türkiye hükümetinin bu planına karşı mücadele ettiler; Türkiye’nin içinde Kemalist yeni burjuvaziyle devlet kapitalizmi siyasetini sürdüren Kemalist hükümet arasında devamlı bir mücadele var. Kemalist hükümet, gitgide daha çok, zengin köylülüğün hükümeti haline geliyor. Ziraatı teşvik kanunuyla sadece, belli bir miktardan daha çok zirai mülk sahibi olan büyük köylülük, kredi, makine vb. anlamında yardım alıyor, ama gerçekten çok ciddi bir yardım alıyor. Kemalizm şu anda, zengin köylülüğü enerjik şekilde teşvik siyasetidir. Kemalizm şu anda zengin köylülüğe dayanıyor. İngiltere her zaman olduğu gibi, onu imha etme siyaseti güderek, bazen onunla oynuyor, aynı anda hem Kemalizmin düşmanlarını hem de Kemalizmi destekliyor, bununla birlikte, Batı’ya karşı bir cephe yürüten Kemalizmle eski liberal burjuvaziyi destekleyen ve ruhban ve feodal unsurları destekleyen İngiltere arasındaki temel çelişki olduğu yerde kalıyor. Şu anda Türkiye’de feodalizme karşı mücadele, feodal toprakların müsaderesi vb. devam ediyor. Bu, doğu vilayetlerinde gerçekleşiyor; Kemalizmin kendisini korumak için yürüttüğü bu iç mücadelede İngiltere de Kemalizmin temel düşmanı olmaya devam ediyor. Elbette siyasette kimi zaman her tür kombinasyon vb. ortaya çıkar, ama şu anda önümüzdeki güçler ilişkisinin belirginliği ölçüsünde, İngiltere’nin, Kemalist Türkiye’nin baş hasmı olduğunu görüyoruz.” (70)

Çiçerin’in Kemalizmin sınıfsal muhtevasına dair görüşlerinin, Stalin’in ve daha sonra da resmi Sovyet görüşünün dışına çıktığını daha önce Medya Günlüğü’ndeki yazımda göstermiştim. Bu, henüz 1920–1921 gibi erken bir tarihti; ancak gene de daha bu sırada görüşleri aşağı yukarı kesinlik taşıyordu. Çiçerin o zaman Türk devrimini şöyle tanımlıyordu: “Milliyetçi küçük burjuvazinin, somut olarak küçük burjuva subayların önderliğini yaptığı bir devrim”.

Stalin’in bu devrimin önderliğini yürüten Kemalistleri ticaret burjuvazisinin temsilcisi olarak nitelemesi, esas alarak Çin devrimi tartışmalarının alıp yürüdüğü bir ortamda, 13 Mayıs 1927’dedir. Bu tartışma, Çiçerin’in rapor sunduğu plenumda Zinovyev’in Stalin’i çok sert, parlak ve güçlü eleştirisine neden olmuştu; denebilir ki Çin tartışması, BKP(b) içinde köklü tasfiye sürecinin başlamasına vesile olmuştur. Bu tartışmada kimin haklı kimin haksız olduğunu söylemek zor; dahası aslında bütünüyle haklı olan hiç kimse yoktu. Troçki, Zinovyev ve Kamenev’in temsil ettiği “sol muhalefet”, Çin’de Sovyetik ayaklanma ve Çan Kay-şek’in Guomindang’ının (Çin Milliyetçi Partisi) arkalanmasından vazgeçilmesini savunuyorlardı, onlara göre Çan Kay-şek’in 12 Nisan 1927’deki hükümet darbesi, Stalin’in Guomindang’ı destekleme siyasetinin yanlışlığını açıkça göstermişti. Stalin (ve dolaylı olarak Çiçerin) ise, zengin köylülerden ve ticaret burjuvazisinden beslenen Guomindang’ın desteklenmesi gerektiğini savunuyorlardı.

Çin Devrimi’nin gelişimi, iki tarafı da az çok yanlışladı. Stalin’in herhangi bir harekete bakışını, onun anti-emperyalist olup olmadığı belirliyordu. Mesela, aynı plenumun 1 Ağustos oturumunda şöyle diyecekti: “O zaman [12 Nisan’dan önce] Guomindang Kanton’unu emperyalizmle kurtuluş mücadelesi hükümeti olarak destekleme siyaseti doğru muydu? Çin’de Kanton’a ve diyelim ki Türkiye’de Ankara’ya, Kanton ve Ankara emperyalizme karşı bir mücadele yürüttüklerinde yardımda bulunurken haklı mıydık? Evet, haklıydık. Haklıydık ve o zaman Lenin’in izinden yürüyorduk, zira Kanton’un ve Ankara’nın mücadelesi emperyalizmin kuvvetlerini dağıtıyor, emperyalizmi zayıflatıyor ve maskesini düşürüyor, tam da böylelikle dünya devriminin ocağını geliştirme davasını, SSCB’yi geliştirme davasını rahatlatıyordu.” (265)

Ancak Stalin bununla kalmıyordu, aynı zamanda görece statik bir formül çıkarıyor ve Türkiye’de Kemalist hareketi Çin’de Guomindang’la benzeştiriyordu; Stalin’e göre “yabancı emperyalistlerle mücadelede yükselen ve tabiatı itibariyle köylülere ve işçilere karşı, bizatihi toprak devrimi imkânlarına karşı kendi gelişimini amaçlayan milli ticaret burjuvazisinin tepeden devrimi”4 olarak Kemalizm, Çin ve diğer Doğu ülkeleriyle paralellik gösteren genel bir çerçeve sunuyordu.

Doğrusunu söylemek gerekirse “sol muhalefet” bu statik çerçeveye karşı değildi, hatta kendi tezlerini tam oradan savunuyordu. Zinovyev, Pravda’da yayınlanmayan ve plenumda da sert eleştirilere hedef olan “Geleceğin Savaşının Ana Çizgileri ve Görevlerimiz” başlıklı makalesinde (Stalin’in Molotov’a 11 Temmuz tarihli mektubundan, yayınlanmasına onun karşı çıktığını anlıyoruz), Türkiye ile ilgili şöyle der:

“Bize karşı bir savaş ilan edilmesi halinde (yoldaş Buharin’in Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi oturumunda Türkiye için ileri sürdüğü gibi) kimi burjuva devletlerinin bizimle ittifak içinde emperyalistlere karşı eyleme geçeceğine güvenilebileceği doğru değildir. Türkiye’de bize yönelik tutum kötü istikamette değişiyor (Türkiye basınına bakın). Dünya arenasında da böyle bir güç ilişkisi yok. Bu savaş son derece berrak bir sınıf niteliği taşıyacaktır.” (s. 378)

Demek ki bu tartışmada Stalin, Buharin ve kuşkusuz Çiçerin, Kemalist iktidarın mevcut durumda emperyalizmle antagonistik çelişkileri olduğunu ileri sürüyorlardı, oysa Troçki, Zinovyev ve Kamenev, tamamen aksi görüşteydiler. Ancak diğer yandan Stalin, Kemalizmi Çin’le benzeştirmek için sınıf niteliğini bozuyor ve onu statik kabul ediyordu, oysa aslında Kemalist harekete çok daha hayırhah yaklaşan Çiçerin ise bu görüşte değildi ve Kemalizmi dinamik bir şekilde kavrıyordu.

Dolayısıyla, Stalin’in 13 Mayıs’taki (Pravda’da da yayınlanan) bu sözlerine rağmen Çiçerin’in, Kemalist hareketle ilgili eski ve kesinlikle daha doğru gözlemlerine 29 Temmuz’daki plenum toplantısında devam etmiş olması, dikkat çekicidir. Çiçerin esas itibariyle şu noktaların altını çiziyor:

1) Kemalist iktidarın iktisat siyaseti (devlet kapitalizmi) esas itibariyle iktisadi bağımsızlığını korumak zaruretinden kaynaklanıyor.

2) Kemalist iktidara karşı eski ruhban-feodal kesimler, liberal burjuvazi ve İngiltere arasında bu bağımsızlığı ortadan kaldırmaya yönelik bir ittifak var.

3) Kemalizm, savaş sırasında köylülükten ve küçük burjuva entelijensiyadan doğup gelişen milli burjuvazinin temsilcisi veya müttefikidir.

4) Bu yeni burjuvazi iktidar içinde bir çatışma alanı oluşturuyor; bağımsızlık ve devlet kapitalizmi yanlısı Kemalist iktidar ile sınıf menfaatlerinin peşindeki Kemalist yeni burjuvazi arasında çatışma var.

5) Bu şartlarda Kemalist iktidar giderek zengin köylülüğün temsilcisi haline geliyor. Bu, Çiçerin her ne kadar belirtmemiş olsa da, belli ki, Kemalist iktidarın sosyal tabanını yeni Kemalist burjuvazinin bağımsızlık karşısında yarattığı tehdide karşı yeni bir burjuvazi yaratarak genişletme çabası anlamına geliyor.

6) Emperyalist sermayenin iktidar içi çatışmalarda aynı anda Kemalizme ve Kemalizmin düşmanlarına oynadığı da görülüyor, ancak Kemalizm ile onun karşısında yer alan liberal burjuvazi, ruhban, feodaller ve İngiltere arasındaki ittifak arasındaki antagonizma devam ediyor.

7) Şeyh Sait ayaklanması (sonuçları en azından 1930’a kadar devam etmiştir) Kemalist iktidarın bilhassa doğuda sürdürdüğü anti-feodal mücadeleye karşı ortaya çıktı; dolayısıyla, Batı sermayesinin ortak olduğu gerici ittifaka karşı bir mücadele alanıdır.

Bu, Stalin’in sunduğu genel ve statik formüle karşı, iktidarı ve ideolojiyi sınıf ilişkilerine dayanan değişkenliği içinde ele alan dinamik ve daha doğru bir yaklaşımdır. Bu yaklaşımın Sovyet dış siyasetini ne kadar tayin ettiğine gelince, doğrusu kesin bir şey söylemek güç; Sovyet yönetimi en kanlı tasfiyelerin olduğu dönemlerde bile güçlü bir kolektif faaliyete dayanır; bununla birlikte Çiçerin, Dışişleri Halk Komiseri olarak hiç kuşkusuz uluslararası ilişkilerin seyrüseferinde dümen başındaydı.

(Görüş21, 14 Ocak 2022)

--

--